BEREKET BİLİNCİYLE YAŞAMAK MI?  KITLIK BOLLUĞUNDA YAŞAMAK  MI?

STEVE COMER

OCAK / 2015

Aktivist Dergi

 

BEREKET BİLİNCİYLE YAŞAMAK MI?  KITLIK BOLLUĞUNDA YAŞAMAK  MI?

İnsanoğlu “bana yeter” demeyi bildiğinde herzaman yeteri kadarına sahip olacaktır.           Lao TZU

Bolluk-Bereket  kelimeleri  kişisel gelişim ve metafizik çemberlerinde kulağımıza sık sık çalınan kavramlardan bu aralar. Peki gerçekten bereket bilinciyle yaşamak ne demek dersiniz?  Gerçek şu ki birçoğumuz halihazırda bolluk içinde yaşıyoruz zaten.. Stres, borç, korku, endişe, depresyon bolluğunda. Zihinlerimiz hayatımızda olmasını istemediğimiz şeylerin yeteri kadarından fazlasını yaratmaya ve sürekli sahip olmadığımız şeyleri istemeye şartlandırılmış durumda.

Hayat tecrübelerimizin kalitesi zihnimizin kalitesine bağlıdır. Zihin ancak kıtlık bilincinden özgürleştiğinde bolluk ve bereketi gerçek anlamda tebrübe etmeye açık olabilir.  Zor olan şu ki hepimiz kıtlık bilincine tapan, finans, ticaret ve hükümet sistemlerini rekabet ve arz talep prensipleri üzerine kurmuş bir dünyaya doğmuşuz bir kere..

Kıtlığa şartlanmış zihnimiz bizi sürekli aynı şeyin değişik versiyonlarını yaşamaya mahkum eder. Ne kadar zamanımız, paramız, sevgilimiz, anlayışımız, huzurumuz olursa olsun, ne kadar sağlıklı ve mutlu olursak olalım kıtlık bilincinde takılıp kalan zihnimiz bize “bu sahip olduğum bana yeter “ dedirtmez bir türlü ve bunun temelinde öyle ya da böyle bir şekilde yeterli olmadığımız inancı yatar.

Kıtlığın her türünü tecrübe etmemizin tek sebebi kendimizin kıt olduğuna olan inancımızdır ki bu da bir yanılsamadır. Günlük hayatımızda gün geçtikçe daha sık görmeye alıştığımız yeme bozukluğu yaşayan anoreksik birini düşünün..  Anoreksik kişi aynaya baktığında ne kadar zayıf olursa olsun kendini hep şişman görür.  Şimdi tüm dünya nüfusunun anoreksik olduğunu varsayın.  Onlara aynada gördüklerinin gerçeği yansıtmadığını sandıkları gibi kilolu olmadıklarını nasıl anlatırdınız? Sonuçta herkes kendini aynı yanılsamanın filitresinden gördüğü için bu yanılsama artık “norm” halini almış olacaktır.

Kendi yetersizliğimize inanmak bir anlamda ruhumuzun anoreksiya olmasına  benzer. Neyi başarırsak başaralım, ne kadar para kazanırsak kazanalım farketmez, kendimizi yetersiz görmeye devam ederiz.  Acaba bu dünyanın sakinleri olarak bir yetersizlik salgınına yakalanmış olabilir miyiz? Ya bu nesilden nesile geçen bir programlama/şartlanma ise?  Babamızın kendi kendisi ile ilgili bozuk algısı ya ona da babasından geçti ise? Bu şartlanma ne zaman başladı dersiniz? Daha da önemlisi bu nerede son bulacak?

En temel Budist öğretileri insanlığın tüm ızdırabının kendini olduğu gibi görememesinden kaynaklandığını anlatır. Kıtlık bilincini bir bilgisayar işletim sistemine benzetebiliriz. Bu sistem gelen bilgiyi öyle bir şekilde proses eder ve hayat tecrübelerini öyle bir şekilde yorumlar ki günün sonunda kendimizi sürekli birşeylerin eksik olduğu fikrini pekiştirir  ve birşeyler ister halde buluruz. Bir şeyin hep daha fazlasını isteriz ya da hep elimizde olandan başka bir şeyi.  İstemeye bayılırız, bağımlıyız. Bütün dünya adeta bize ne istememiz gerektiğini dikte eder.

Bu bilinçaltı işletim sistemi bize mutluluk getirmez, daha fazlasını isteme arzusu getirir. “Mutluluk arayışı” bize mutluğun dışarıda aranacak birşey olduğunu ima eder. Şu an mutlu değiliz çünki bizi mutlu edecek şeye sahip değiliz, ona kavuşmak için onun peşinden koşmamız ve ona sahip olmak için ne gerekiyorsa yapmamız gerekir ki mutlu “OL”abilelim.  YAP-SAHİP OL- OL Tüm kollektif gerçekliğimiz bu formulü den beslenir..

Bolluk Bereket bilincine götüren formül ise OL-YARAT-KATKI OL formülüdür.

Bereket demek bizim dışımızda olan hiçbirşeyin bizi tamamlayamayacağını, bizi mutlu edemeyeceğini idirak etmektir. Önce aslında şu an tam ve bütün olduğumuzu ve mutlu olacak bir sürü sebebimiz olduğunu fark edip bu alandan kendimize sormalıyız.. Şimdi bu hayatta ne yaratmak istiyorum? Nasıl katkıda bulunabilirim?

OL’MAK

Hayatımızda bereketi hissetmek için bellirli şeylere sahip olmak gerekmez. Bereketi tebrübe etmeye sadece kendimize izin verebiliriz, arzu ettiğiniz her ne ise onun hayatınıza gelmesi için kapıları ve pencereleri açarak. Rasyonel ve analitik beynimize bu saçma gelebilir ama bereket daima zaten ona sahip olana gelir, bereket bilincinin kendisi olabilene gelir. Evrende hiçbirşeyin kısıtlı olmadığını bilenlere ve ihtiyac olduğunda gerekenden fazlasının orda olacağına güvenene gelir.

YARATMAK

Bereket oluş halimizin tüm gerçekliğimizi yaratacağının idirakidir ve oluş halimizin, yani o an kendimizi nasıl hissettiğimizin tek sorumlusu da bizleriz. Her an kendimizi nasıl hissediyorsak öyle hissetmeyi seçtiğimiz içindir. Eğer oluş halimiz başkaları tarafından dikte ve manipüle ediliyorsa,  yani duygusal halim, hissettiğim öfke veya kırgınlık için karşımdakileri suçluyorsam, bütün gücümü onlara vermişimdir. Bu kıtlık bilincinin ta kendisidir. Bereket bilinci duygusal olgunluk getirir ve artık hayatımızı sonsuz isteklerimiz, ihtiyaçlarımız, bağımlılıklarımız ve duygusal dalgalanmalarımız yönetmez.

KATKI OLMAK

Katkı olmak demek eşzamanlı olarak bize sunulanları sevgiyle  alıp kabul etmek , ve verdiğimiz herşeyi tıkpı bir hediye verir gibi karşılık beklemeden sevgiyle sunmak demektir. Enerjetik olarak bu klasik alma-verme olgusundan çok farklıdır. Alışveriş modeli zaten kıtlık bilincinden, birşeylerden kısıtlı miktarda olduğu fikrinden türemiştir. Sunmak bolluk bereket hissinden işlemektir. Evren neye ihtiyacınız varsa sayısız yolla size bunu sunacaktır ve sizi destekleyecektir ama bize sunduklarını farkına varıp  onları kabul edecek miyiz ? Kendimizi bize sunulanı kabul etmeye açabilecekmiyiz? Ya da yargılarımız bize sunulanları görmemize ve kabul etmemize engel mi olacak?  Ya arzu ettiğimiz herşeye sahip olmak bizim doğuştan hakkımızsa ve evren bize bunu sunmak için sadece bunu hakkettiğimizi idirak etmemizi bekliyorsa?

 

Roma’da bir sergiye davet edilmiştim ve sergiyi gezerken gördüğüm bir parça nefesimi kesti. Bu beyaz porselenden yanlamısına uzanmış bir kadın heykeliydi.  Heykelin boylu boyunca arkasına dizilmiş onlarca farklı  beyaz mum yandıkça eriyor ve çok elegan bir şekilde heykelin üzerinden yere damlıyordu ve görüntü  gerçekten muhteşemdi. Bir ara heykeli yapan sanatçı yanıma geldi ve bana hayranlıkla izlediğim bu heykelin hikayesini anlatmaya başladı. Heykele poz veren genç kadını Lonrda metrosunda görmüştü ve ondan bir şekilde çok etkilenmişti. Ve hiç çekinmeden gidip kendisini tanıtıp ona kendisi için modellik yapmasını teklif etmişti. Genç kadın  hiç düşünmeden teklifi reddetti. Daha sonra bir kaç defa daha karşılaşmışlardı ve sanatçı o kadar ısrarcıydı ki genç kadın en sonunda bir gün ona evet deyivermişti.  Eser ortaya çıkmaya başladığında sanatçı ilham perisi hakkında daha fazlasını merak etmeye başladı ve zaman içerisinde genç kadının hikayesini dinleyince neden onun enerjisinden bu kadar etkilendiğini anladı. Çok fakir bir aileden gelen ilham perisi son iki yılda muazzam bir servet yaratmıştı hem de hiç aklınıza gelmeyecek çok yaratıcı bir yolla.  Tesadüfen tanıştığı biri ona Londra’da çok saygın ve varlıklı bir kitlenin bir kadınla güreşmek için –evet yanlış okumadınız-  sadece güreşmek için çok çılgın paralar ödediklerini anlattı ve genç kadın o anda bunu bir iş haline getirmenin tohumunu attı ve kısa zamanda bu çevrede aranılan kişi haline geldi. İşi asla cinsellik içermiyordu ve o bunu bir terapi yöntemi haline getirdi. Stresi azaltan fetiş ve fantezi arası benzersiz bir hizmet veriyordu. Hikayeyi dinledikçe genç kadının mevcut kalıpların dışından düşünebilme yeteneğinden, yaratıcılığından, kimsenin yapmayı düşünmeyeceği bir şeyi yapma ve risk alma cesaretinden kendi adıma ben de çok ilham aldım.

Hayatta kalmaya çalışmak günümüzde çok yaygın olan bir yaşama daha doğrusu düşünce biçimidir. Bu örnek bana hayatta kalma modunu seçmek yerine yani şartlanmalarımızın ve kalıplarımızın dışına çıkmamak için kendimizi kısıtlı versiyonumuzda tutmak yerine nasıl kendimiz için kapılar açabileceğimizi hatırlatır. Bu Bereket Bilincidir.

Birşeylerin kıt olduğu inancıyla yaşarken fizyolojimizi hep “hayatta kalma” modunda tutarız. Yani beynimizin sürüngen beyin dediğimiz alt kısmı şovu yönetir. Hayatta kalma modunda yaratıcı düşünemeyiz ve farklı olasılıkları keşfetmek için kendimize farklı sorular soramayız. Beynimizin neokorteks dediğimiz daha evrilmiş, yaratıcılığımızı körükleyen kısmından bağlantımızı kesmişizdir. 8-10 yaşlarında çocukları olanlar bir iki senedir çocukların dünyasında olay yaratan Minecraft oyununu duymuşlardır. Bu online bilgisayar oyununu oynarken çocuklar iki moddan birini seçer: Hayyatta kal modu yada Yarat modu. Yarat modunda oynayanlar etrafı dolaşıp köprüler, yeraltı şehirleri, şatolar dizayn ederler. Hayatta kal modunda oynayanlar ise ancak zombilerden kaçmakla meşgullerdir ve bir şey yaratamazlar.  Burada sorabileceğimiz aşikar soru acaba biz hayatımızı hangi modda yaşıyoruz? Ya hayat bu video oyunu gibi iki moddan birinde oynama zorunluluğu getirmiyorsa bize? Evrilmek için önce hayatta kalmak zorundayız. Ama yaratıcı moda geçmek için daha ne kadar bekleyeceğiz?

Bereket bilinci beynimizin belirli bir bölümünü aktive etmeyi gerektirir. Yani beynimizin yaratıcı kısmının hayatta kalmayı sağlayan kısmıyla başbaşa verip ona “Anlıyorum hayatta kalmamız lazım ama belki bunu başka bir yoldan da yapabiliriz” diyebilmesidir.

Bereket demek o anda daha farkına varmadığımız bir sürü olasılığın olduğunu bilmek ve bunun peşine düşmek demektir. Önümüzde o an göremesekte farklı yolların olduğuna güvenmek mutluluk hissiyle doğru orantılıdır. Tek yapmamız gereken farklı sorular sormaktır.

Dünyadaki en şifalı ilaç hayatımızı istediğimiz gibi yaşamak değil midir?  Bu bereket bilinciyle yaşamaktır. Kıtlık bilincine takılı kaldığımızda yaşam ile ölüm arasında takılı kalırız. O zamanda tamda bahsettiğim oyundaki gibi zombilere dönüşüyoruz. Sadece ortalıkta koşuşup önümüze çıkanları yiyip tüketip yokedip kendi yoksunluğumuzdan yada bozulmuş algımızdan kaynaklanan duygusal boşlukları doldurmaya çalışarak var olmaya çalışıyoruz.

Nöröbilimciler der ki beynimizde gökyüzündeki yıldızlar kadar çok nöron var ve bu nöronlar sonsuz yolla biribirlerine bağlanabilirler. Düşünce biçimimiz hangi nöronların bağlantı kuracağını belirler ve hangi nöronların bağlantıya geçtiyorsa bu  bizim ne gördüğümüzü ve nasıl gördüğümüzü etkiler.

Kendimizi nasıl görüyorsak herşeyi öyle görürüz. Bilmeliyiz ki kendimizi ve dışdünyayı nasıl göreceğimizi etkileyen bilgisayar işletim sistemini biz yaratmadık. Doğduğumuz andan itibaren beyinlerimiz gelişirken bu sistem bize ebeveynlerimiz, ailemiz, kültürümüz, dinimiz ve çevremiz tarafından yüklendi. Düşündüğümüz düşünceler, inanç sistemimiz ve davranışlarımız hangi nörönların hangi nörönlarla ahpablık kuracağını söylerler.

OL-YARAT- KATKI OL formülünden işlediğimizde içinde yaşadığımız gerçekliği bizim bilincimiz yaratır. Kendimiz ile ilgili eksik olduğumuz ve yeterli olmadığımız algısını değiştirdiğimizde, kendimize kabul verip kendimizi olduğumuz gibi sevmeye başladığımızda kendimizi şartlandığımız kollektif yanılsamalardan özgürleştiririz ve kendi bereketimizi tecrübe etmeye başlarız.  İşte o zaman neşe, keyif, mutluluk, huşu, aşk bolluğunda yaşamamız işten bile değildir.

https://issuu.com/aktivistdergi/docs/aktivist6