BEREKET BİLİNCİYLE YAŞAMAK MI?  KITLIK BOLLUĞUNDA YAŞAMAK  MI?

STEVE COMER

OCAK / 2015

Aktivist Dergi

 

BEREKET BİLİNCİYLE YAŞAMAK MI?  KITLIK BOLLUĞUNDA YAŞAMAK  MI?

İnsanoğlu “bana yeter” demeyi bildiğinde herzaman yeteri kadarına sahip olacaktır.           Lao TZU

Bolluk-Bereket  kelimeleri  kişisel gelişim ve metafizik çemberlerinde kulağımıza sık sık çalınan kavramlardan bu aralar. Peki gerçekten bereket bilinciyle yaşamak ne demek dersiniz?  Gerçek şu ki birçoğumuz halihazırda bolluk içinde yaşıyoruz zaten.. Stres, borç, korku, endişe, depresyon bolluğunda. Zihinlerimiz hayatımızda olmasını istemediğimiz şeylerin yeteri kadarından fazlasını yaratmaya ve sürekli sahip olmadığımız şeyleri istemeye şartlandırılmış durumda.

Hayat tecrübelerimizin kalitesi zihnimizin kalitesine bağlıdır. Zihin ancak kıtlık bilincinden özgürleştiğinde bolluk ve bereketi gerçek anlamda tebrübe etmeye açık olabilir.  Zor olan şu ki hepimiz kıtlık bilincine tapan, finans, ticaret ve hükümet sistemlerini rekabet ve arz talep prensipleri üzerine kurmuş bir dünyaya doğmuşuz bir kere..

Kıtlığa şartlanmış zihnimiz bizi sürekli aynı şeyin değişik versiyonlarını yaşamaya mahkum eder. Ne kadar zamanımız, paramız, sevgilimiz, anlayışımız, huzurumuz olursa olsun, ne kadar sağlıklı ve mutlu olursak olalım kıtlık bilincinde takılıp kalan zihnimiz bize “bu sahip olduğum bana yeter “ dedirtmez bir türlü ve bunun temelinde öyle ya da böyle bir şekilde yeterli olmadığımız inancı yatar.

Kıtlığın her türünü tecrübe etmemizin tek sebebi kendimizin kıt olduğuna olan inancımızdır ki bu da bir yanılsamadır. Günlük hayatımızda gün geçtikçe daha sık görmeye alıştığımız yeme bozukluğu yaşayan anoreksik birini düşünün..  Anoreksik kişi aynaya baktığında ne kadar zayıf olursa olsun kendini hep şişman görür.  Şimdi tüm dünya nüfusunun anoreksik olduğunu varsayın.  Onlara aynada gördüklerinin gerçeği yansıtmadığını sandıkları gibi kilolu olmadıklarını nasıl anlatırdınız? Sonuçta herkes kendini aynı yanılsamanın filitresinden gördüğü için bu yanılsama artık “norm” halini almış olacaktır.

Kendi yetersizliğimize inanmak bir anlamda ruhumuzun anoreksiya olmasına  benzer. Neyi başarırsak başaralım, ne kadar para kazanırsak kazanalım farketmez, kendimizi yetersiz görmeye devam ederiz.  Acaba bu dünyanın sakinleri olarak bir yetersizlik salgınına yakalanmış olabilir miyiz? Ya bu nesilden nesile geçen bir programlama/şartlanma ise?  Babamızın kendi kendisi ile ilgili bozuk algısı ya ona da babasından geçti ise? Bu şartlanma ne zaman başladı dersiniz? Daha da önemlisi bu nerede son bulacak?

En temel Budist öğretileri insanlığın tüm ızdırabının kendini olduğu gibi görememesinden kaynaklandığını anlatır. Kıtlık bilincini bir bilgisayar işletim sistemine benzetebiliriz. Bu sistem gelen bilgiyi öyle bir şekilde proses eder ve hayat tecrübelerini öyle bir şekilde yorumlar ki günün sonunda kendimizi sürekli birşeylerin eksik olduğu fikrini pekiştirir  ve birşeyler ister halde buluruz. Bir şeyin hep daha fazlasını isteriz ya da hep elimizde olandan başka bir şeyi.  İstemeye bayılırız, bağımlıyız. Bütün dünya adeta bize ne istememiz gerektiğini dikte eder.

Bu bilinçaltı işletim sistemi bize mutluluk getirmez, daha fazlasını isteme arzusu getirir. “Mutluluk arayışı” bize mutluğun dışarıda aranacak birşey olduğunu ima eder. Şu an mutlu değiliz çünki bizi mutlu edecek şeye sahip değiliz, ona kavuşmak için onun peşinden koşmamız ve ona sahip olmak için ne gerekiyorsa yapmamız gerekir ki mutlu “OL”abilelim.  YAP-SAHİP OL- OL Tüm kollektif gerçekliğimiz bu formulü den beslenir..

Bolluk Bereket bilincine götüren formül ise OL-YARAT-KATKI OL formülüdür.

Bereket demek bizim dışımızda olan hiçbirşeyin bizi tamamlayamayacağını, bizi mutlu edemeyeceğini idirak etmektir. Önce aslında şu an tam ve bütün olduğumuzu ve mutlu olacak bir sürü sebebimiz olduğunu fark edip bu alandan kendimize sormalıyız.. Şimdi bu hayatta ne yaratmak istiyorum? Nasıl katkıda bulunabilirim?

OL’MAK

Hayatımızda bereketi hissetmek için bellirli şeylere sahip olmak gerekmez. Bereketi tebrübe etmeye sadece kendimize izin verebiliriz, arzu ettiğiniz her ne ise onun hayatınıza gelmesi için kapıları ve pencereleri açarak. Rasyonel ve analitik beynimize bu saçma gelebilir ama bereket daima zaten ona sahip olana gelir, bereket bilincinin kendisi olabilene gelir. Evrende hiçbirşeyin kısıtlı olmadığını bilenlere ve ihtiyac olduğunda gerekenden fazlasının orda olacağına güvenene gelir.

YARATMAK

Bereket oluş halimizin tüm gerçekliğimizi yaratacağının idirakidir ve oluş halimizin, yani o an kendimizi nasıl hissettiğimizin tek sorumlusu da bizleriz. Her an kendimizi nasıl hissediyorsak öyle hissetmeyi seçtiğimiz içindir. Eğer oluş halimiz başkaları tarafından dikte ve manipüle ediliyorsa,  yani duygusal halim, hissettiğim öfke veya kırgınlık için karşımdakileri suçluyorsam, bütün gücümü onlara vermişimdir. Bu kıtlık bilincinin ta kendisidir. Bereket bilinci duygusal olgunluk getirir ve artık hayatımızı sonsuz isteklerimiz, ihtiyaçlarımız, bağımlılıklarımız ve duygusal dalgalanmalarımız yönetmez.

KATKI OLMAK

Katkı olmak demek eşzamanlı olarak bize sunulanları sevgiyle  alıp kabul etmek , ve verdiğimiz herşeyi tıkpı bir hediye verir gibi karşılık beklemeden sevgiyle sunmak demektir. Enerjetik olarak bu klasik alma-verme olgusundan çok farklıdır. Alışveriş modeli zaten kıtlık bilincinden, birşeylerden kısıtlı miktarda olduğu fikrinden türemiştir. Sunmak bolluk bereket hissinden işlemektir. Evren neye ihtiyacınız varsa sayısız yolla size bunu sunacaktır ve sizi destekleyecektir ama bize sunduklarını farkına varıp  onları kabul edecek miyiz ? Kendimizi bize sunulanı kabul etmeye açabilecekmiyiz? Ya da yargılarımız bize sunulanları görmemize ve kabul etmemize engel mi olacak?  Ya arzu ettiğimiz herşeye sahip olmak bizim doğuştan hakkımızsa ve evren bize bunu sunmak için sadece bunu hakkettiğimizi idirak etmemizi bekliyorsa?

 

Roma’da bir sergiye davet edilmiştim ve sergiyi gezerken gördüğüm bir parça nefesimi kesti. Bu beyaz porselenden yanlamısına uzanmış bir kadın heykeliydi.  Heykelin boylu boyunca arkasına dizilmiş onlarca farklı  beyaz mum yandıkça eriyor ve çok elegan bir şekilde heykelin üzerinden yere damlıyordu ve görüntü  gerçekten muhteşemdi. Bir ara heykeli yapan sanatçı yanıma geldi ve bana hayranlıkla izlediğim bu heykelin hikayesini anlatmaya başladı. Heykele poz veren genç kadını Lonrda metrosunda görmüştü ve ondan bir şekilde çok etkilenmişti. Ve hiç çekinmeden gidip kendisini tanıtıp ona kendisi için modellik yapmasını teklif etmişti. Genç kadın  hiç düşünmeden teklifi reddetti. Daha sonra bir kaç defa daha karşılaşmışlardı ve sanatçı o kadar ısrarcıydı ki genç kadın en sonunda bir gün ona evet deyivermişti.  Eser ortaya çıkmaya başladığında sanatçı ilham perisi hakkında daha fazlasını merak etmeye başladı ve zaman içerisinde genç kadının hikayesini dinleyince neden onun enerjisinden bu kadar etkilendiğini anladı. Çok fakir bir aileden gelen ilham perisi son iki yılda muazzam bir servet yaratmıştı hem de hiç aklınıza gelmeyecek çok yaratıcı bir yolla.  Tesadüfen tanıştığı biri ona Londra’da çok saygın ve varlıklı bir kitlenin bir kadınla güreşmek için –evet yanlış okumadınız-  sadece güreşmek için çok çılgın paralar ödediklerini anlattı ve genç kadın o anda bunu bir iş haline getirmenin tohumunu attı ve kısa zamanda bu çevrede aranılan kişi haline geldi. İşi asla cinsellik içermiyordu ve o bunu bir terapi yöntemi haline getirdi. Stresi azaltan fetiş ve fantezi arası benzersiz bir hizmet veriyordu. Hikayeyi dinledikçe genç kadının mevcut kalıpların dışından düşünebilme yeteneğinden, yaratıcılığından, kimsenin yapmayı düşünmeyeceği bir şeyi yapma ve risk alma cesaretinden kendi adıma ben de çok ilham aldım.

Hayatta kalmaya çalışmak günümüzde çok yaygın olan bir yaşama daha doğrusu düşünce biçimidir. Bu örnek bana hayatta kalma modunu seçmek yerine yani şartlanmalarımızın ve kalıplarımızın dışına çıkmamak için kendimizi kısıtlı versiyonumuzda tutmak yerine nasıl kendimiz için kapılar açabileceğimizi hatırlatır. Bu Bereket Bilincidir.

Birşeylerin kıt olduğu inancıyla yaşarken fizyolojimizi hep “hayatta kalma” modunda tutarız. Yani beynimizin sürüngen beyin dediğimiz alt kısmı şovu yönetir. Hayatta kalma modunda yaratıcı düşünemeyiz ve farklı olasılıkları keşfetmek için kendimize farklı sorular soramayız. Beynimizin neokorteks dediğimiz daha evrilmiş, yaratıcılığımızı körükleyen kısmından bağlantımızı kesmişizdir. 8-10 yaşlarında çocukları olanlar bir iki senedir çocukların dünyasında olay yaratan Minecraft oyununu duymuşlardır. Bu online bilgisayar oyununu oynarken çocuklar iki moddan birini seçer: Hayyatta kal modu yada Yarat modu. Yarat modunda oynayanlar etrafı dolaşıp köprüler, yeraltı şehirleri, şatolar dizayn ederler. Hayatta kal modunda oynayanlar ise ancak zombilerden kaçmakla meşgullerdir ve bir şey yaratamazlar.  Burada sorabileceğimiz aşikar soru acaba biz hayatımızı hangi modda yaşıyoruz? Ya hayat bu video oyunu gibi iki moddan birinde oynama zorunluluğu getirmiyorsa bize? Evrilmek için önce hayatta kalmak zorundayız. Ama yaratıcı moda geçmek için daha ne kadar bekleyeceğiz?

Bereket bilinci beynimizin belirli bir bölümünü aktive etmeyi gerektirir. Yani beynimizin yaratıcı kısmının hayatta kalmayı sağlayan kısmıyla başbaşa verip ona “Anlıyorum hayatta kalmamız lazım ama belki bunu başka bir yoldan da yapabiliriz” diyebilmesidir.

Bereket demek o anda daha farkına varmadığımız bir sürü olasılığın olduğunu bilmek ve bunun peşine düşmek demektir. Önümüzde o an göremesekte farklı yolların olduğuna güvenmek mutluluk hissiyle doğru orantılıdır. Tek yapmamız gereken farklı sorular sormaktır.

Dünyadaki en şifalı ilaç hayatımızı istediğimiz gibi yaşamak değil midir?  Bu bereket bilinciyle yaşamaktır. Kıtlık bilincine takılı kaldığımızda yaşam ile ölüm arasında takılı kalırız. O zamanda tamda bahsettiğim oyundaki gibi zombilere dönüşüyoruz. Sadece ortalıkta koşuşup önümüze çıkanları yiyip tüketip yokedip kendi yoksunluğumuzdan yada bozulmuş algımızdan kaynaklanan duygusal boşlukları doldurmaya çalışarak var olmaya çalışıyoruz.

Nöröbilimciler der ki beynimizde gökyüzündeki yıldızlar kadar çok nöron var ve bu nöronlar sonsuz yolla biribirlerine bağlanabilirler. Düşünce biçimimiz hangi nöronların bağlantı kuracağını belirler ve hangi nöronların bağlantıya geçtiyorsa bu  bizim ne gördüğümüzü ve nasıl gördüğümüzü etkiler.

Kendimizi nasıl görüyorsak herşeyi öyle görürüz. Bilmeliyiz ki kendimizi ve dışdünyayı nasıl göreceğimizi etkileyen bilgisayar işletim sistemini biz yaratmadık. Doğduğumuz andan itibaren beyinlerimiz gelişirken bu sistem bize ebeveynlerimiz, ailemiz, kültürümüz, dinimiz ve çevremiz tarafından yüklendi. Düşündüğümüz düşünceler, inanç sistemimiz ve davranışlarımız hangi nörönların hangi nörönlarla ahpablık kuracağını söylerler.

OL-YARAT- KATKI OL formülünden işlediğimizde içinde yaşadığımız gerçekliği bizim bilincimiz yaratır. Kendimiz ile ilgili eksik olduğumuz ve yeterli olmadığımız algısını değiştirdiğimizde, kendimize kabul verip kendimizi olduğumuz gibi sevmeye başladığımızda kendimizi şartlandığımız kollektif yanılsamalardan özgürleştiririz ve kendi bereketimizi tecrübe etmeye başlarız.  İşte o zaman neşe, keyif, mutluluk, huşu, aşk bolluğunda yaşamamız işten bile değildir.

https://issuu.com/aktivistdergi/docs/aktivist6

 

TAÇ VİRÜSÜ

TAÇ VİRÜSÜ

Özlem O.COMER – 13.03.2020

 

Herkese uzak diyarlardan merhaba!

 

Dünyadaki gelişmeleri izlerken kendime çıkardığım notları sizinle paylaşmak istedim. Herhangi bir ajandam, görüşüm ya da yorumum olmadan sadece olayların bendeki izdüşümleri bunlar.

1. Yaşadığımız gezegende her yaşam formu birbirine ne kadar da bağlı. Covid virüsü zoonotik bir virüs, yani hayvandan insana atlamış. Dünyadaki tüm canlılarla aynı havayı soluyoruz, mikroplarımızı paylaşıyoruz. Karmik bir içiçe geçmişliğimiz var. Belki bu vesileyle doğaya ve hayvanlara nasıl davrandığımızı sorgularız

2. Korku, panik ve kıtlık bilinci.. Zor zamanları beraberce, paylaşarak daha kolay atlatırız. Marketleri boşaltmak, gerçekten ihtiyacımız olup olmadığını sorgulamadan komşumuzun ihtiyacını da kendi sepetimize doldurmak? Gerçekten yorumsuz... Hayatta kalma içgüdüsü bizi hem insan yapıyor hem de insanlıktan çıkarıyor öyle değil mi?

3. Kıtalar, ülkeler, sınırlar aslında ne kadar da önemsiz ve anlamsız... Dünyanın (sözde) en gelişmiş ülkesinde ya da en az gelişmişinde aynı kaderi paylaşıyoruz, aynı korkuya teslim oluyoruz.

4. Kaostan korkmakla birlikte kaosa bir düşkünlüğümüz var. Çünkü göz göre göre amaçlı yaratılan sahte kaos senaryolarına balıklama atlıyoruz. Bence pek hoşumuza gidiyor! Bizi ancak gerçekler iyileştirir, sadece gerçeğimizi kabul etmek gerek.

5. Konuştuğumuz virüs bir grip virüsü, sadece daha bulaşıcı. Çoğunluk sadece soğuk algınlığı semptomlarıyla atlatacak. Ölüm korkusuna kapılmaktansa, biraz istatistiklere baksak?

6. Her şeyin bir dengesi var. Sağlıklı korkumuza sahip çıkalım, yaratılan yersiz korkuyu ise satın almayalım.

7. Aslında insanlık bilincinde bir milat yaşıyoruz. Tıpkı 11 Eylül (x-apple-data-detectors://0)  gibi hiç bir şey eskisi gibi olmayacak. İnançlarımızla ve seçimlerimizle hangi bilince hizmet ettiğimizi fark etme zamanı... Korku, sevgi, tüketim, israf, paylaşım, birlik, teklik? Parayı enerji olarak düşünürsek, enerjimizle hangi bilinci beslemeyi seçiyoruz.

8. Hayatımızın çoğunu bedenimize iyi bakmadan geçirip bu gibi kriz anlarında vitaminlerden medet ummak bence pek faydasız. Bağışıklık sistemimize ömür boyu özen göstermemiz gerekir ki böyle zamanlarda o da bize özen göstersin. İnsan için en tehlikeli virüs kendi düşünce sistemi. Korku ve panik, bağışıklık sistemimizi virüslerden daha çok zedeliyor. O yüzden yumurta kapıya dayanmadan bu gerçeğe uyansak? Gerçek gıda, gökkuşağı renkli meyve ve sebzelerden çok tüketiyorsak zaten beden kendini koruyacaktır.

9. Belki de içinde öz değerlerimizi yitirdiğimiz globalleşmenin yanında lokal olmak, kendi köyümüzde konuşlanmayı, kendi sebzemizi yetiştirmeyi, mahallemizdeki bakkaldan alışveriş etmeyi, komşumuzla selamlaşmayı hatırlamamız gerekiyor. Çünkü işler sarpa sarınca doğal olarak temellere geri dönüyoruz. Bence doğanın bize hatırlatma mesajı bu sefer bu oldu. Bakalım mesajı anlayacak mıyız?

 

Sevgiyle, sükûnetle, aklıselim kalalım. Birbirimize kucak dolusu sevgilerimizi yollayalım, kalpleri ferah tutalım.

 

SORUSU OLAN?

SORUSU OLAN?

RÖPORTAJ GÜNEŞ UYSALEFE

ŞUBAT/2017 – L’OFFICIEL DERGİSİ

Kişisel gelişim alanında aradığınız bazı cevapları bulacağınızı umarak, Amerikalı enerji terapisti Steve Comer ile şifa teknikleri ve eğitmeni olduğu farkındalık programı Youniversity üzerine konuştuk.

Hassas bir konu, nezaketle yaklaşmak gerekiyor ve Steve Comer’ı tanıtmak da, kendisiyle konuştuklarımızı buraya taşımak da ince ayar istiyor. Suistimal edilen veya dezenformasyona maruz kalan iyileştirme teknikleri sağda solda konuşuluyor; herkes birbirine aile dizimini, bioenerjiyi, homeopatiyi soruyor... Dijital çağda sağlık alanında bireylerin kendi kendilerini iyileştirmeye duydukları istek aslında bilinç seviyesindeki toplu değişimin göstergesi. Ancak Comer yaptığı işi hemen açıklığa kavuşturuyor ve tamamlayıcı tıp terimini kullanıyor. Hücrenin bir titreşime herhangi bir kimyevi unsurdan daha çabuk ve kolay yanıt verdiğini söylerken, ilaç konusunda kimseye tembihte bulunamayacağının altını çiziyor. Amerika’nın farklı köşelerinde karyopraktiden budizme uzanan farklı eğitimler alan ve uzun süre uzman olarak Network Spinal Analysis ve Access Consciousness gibi teknikleri izleyen enerji terapisti, yaklaşık 8 yıldır İstanbul’da yaşıyor. Ortakları Özlem Oskay ve Cynthia Mazon ile Niagara Wellness’ta başlattıkları Youniversity bahanesiyle buluştuk...

Dilerseniz Youniversity çalışma programınızla başlayalım.

“Youniversity’de Özlem ve Cynthia ile beraber çalışıyoruz. Üçümüz de farklı profillerdeyiz ve farklı bakış açılarımız, yaklaşımlarımız var. Bu da bizi güçlü bir ekip yapıyor. Şu an Youniversity’de dört sömestr ve ileri düzey çalışmalar yürütüyoruz. Üç saatlik grup workshop’ları şeklinde ilerliyoruz, sonra birebir görüşmelerimiz de oluyor. Farkındalık okulu olarak düşünün. İlk sömestrde beyninizi daha açık kılmak üzerine çalışıyoruz. İkinci sömestrde duygulara giriş yapıyoruz. Duygu anatomisi üzerine yaptığımız çalışma bence Youniversity’nin temelini oluşturuyor çünkü çoğumuz reaktif olmaya hazırız; birinden bir uyarı aldığımızda, bağırmaya, vurmaya, kendimizi kapamaya programlanmış gibiyiz. Bu süreçte özellikle acıyla baş etmenin yollarını arıyoruz. Carl Jung’a göre insan en çok kendi ruhunu görmekten kaçarmış. Bunun nedenini sorguluyoruz. Aile dizimine başvuruyoruz, anne-babamızla çocuklukta kurduğumuz ilişkiyi inceliyor, kendimizi nasıl gördüğümüzü, kim olduğumuzu sorguluyoruz. Bastırılmış olayları su yüzüne çıkarıyoruz. Üçüncü sömestrde fizyoloji, dördüncüde ise travmalar, bağımlılıklar, ilişkiler üzerine eğiliyoruz.”

Size hangi duygu durumundaki kişiler başvuruyor?

“Bize gelenler genellikle bir çeşit krizden geçmekte oluyorlar. Bu kriz, parasal, duygusal veya sağlıkla ilgili olabilir; durumla baş etmesini bilmiyorlar. Sonra sorular sormaya başlıyorlar ve sorun ortaya çıkıyor. Krizde yaşanan aslında olayları hep aynı şekilde algılamamız, aynı duyguları yaşamamız, aynı tepkileri vermemiz ve sonuçta kendimizi bir çıkmazda hissetmemiz. Kaçınılmaz olarak başka sorular sormaya başlıyorsunuz. Soru sormak işimizin büyük bir kısmı; doğru sorular sorarsanız doğru cevaplar alabilirsiniz. Her kültür başkadır tabii ama genellikle çok fazla sorgulayanlara iyi gözle bakılmaz; kimileri için çok soru soran, sorun demektir! İyi sorular sormanın fizyolojik bir etkisi var. İyi sorular gerçekle daha iyi bağlantı kurup, kendinizi daha iyi hissetmenize yarar, zekanızla iyi bağlantı kurmanıza yarar. Beyninizdeki ilgili bölüm daha sağlıklı uyarılar alır, diğer bölümler dengelenir.”

Sanırım soru sormak kadar harekete geçmek de önemli.

“Bu bir süreç; biz de insanlara kriz sürecinde eşlik ediyoruz, kendilerini ve çevrelerini daha iyi gözlemlemelerine yardımcı oluyoruz. Bu gözlem sürecinde yargı olgusundan uzaklaşmak şart. Eğer yargılıyorsanız, gözlemlemiyorsunuz, şükran duygusundan yoksunsunuz demektir. Başka insanlar ve dış ortamla aranızda bir ayrım yapıyorsunuz demektir. Bu, suçluluk hissine, suçlamaya, ‘Sorun dışarıda, onlarda’ demenize sebep olacaktır. Dışarıdan gelen uyarıları kontrol etmeye uğraşıyoruz. Oysa dışarıda olan bitenler hep değişecek, önemli olan içinizdeki ortamın sarsılmaz olması. Gerçekliğimiz bizim algımıza göre değişir. Meditasyon da bir gözlem alanı sağlıyor, o yüzden önem taşıyor.”

İçinde bulunduğumuz bu dönemde meditasyon yapmak zor değil mi?

“Güzel bir soru. İnsanların meditasyon sırasında yaptığı en büyük hata düşüncelerini durdurmaya çalışmaları. Geçtiğimiz günlerde bir gruba, ‘Gözlerinizi kapatın ve kalbinizi durdurmaya çalışın’ dedim, neyse ki kimse beceremedi! Nasıl ki kalbimiz kan pompalamak için çalışıyorsa, beynimiz de sürekli düşünce üretmeye programlı. Önemli olan düşüncelerinizin kontrolü altında olmamanız. Bizim meditasyon çalışmalarımız, o rahatsızlık veren düşünce durumu içinde rahatı yakalamayı başarmanızı sağlamaya yönelik. Böyle durumlarda bir çeşit dirençle karşılaşmak çok doğal. Çözüm, bu rahatsızlıktan kaçmamak ve direnci kabullenip, düşünceleri birer duygusal titreşim olarak görerek kafanın içinde huzurlu ve güvenli bir alan yaratabilmek.”

Değişim konusunda direnç gösterilen yaygın bir alan var mı?

“Direnç çok farklı şekiller alabiliyor ama en yaygın olanı uğraşla ilgili. Biriyle tanıştığınızda ilk sorduğunuz, ‘Ne iş yapıyorsun?’ oluyor, bu da insanın değerini işiyle ölçmesine yol açıyor. Ne kadar üretkeniz, yeterince meşgul müyüz? İnsanlar hep meşguller! Belki üretken değiller ama hiçbir şey yapmamaktansa, bir şeylerle meşguller işte. Karşıma çok çıkan bir çeşit direnç diyebilirim. İnsanlar sadece var olma kabiliyetlerini yitirmiş durumdalar. İtalyanların bir tabiri vardır; dolce far niente. Yani hiçbir şey yapmıyor olmanın tatlılığı... Bu aydınlanma yolculuğunda, bu alana adım atmanız, sadece var olmanız gerekiyor. Bunu da yapması çok zor. Değerinizin işinizden, medeni halinizden, banka hesabınızdan bağımsız olduğunu kavramalısınız. Youniversity’de bunun altını çiziyoruz.”

Nasıl araçlara başvuruyorsunuz?

 “Özellikle dinleme süreci benim için temeli oluşturuyor. Nasıl bir yaklaşım seçeceğiniz, size karşınızdakinin ne söylediğine, bunu hangi kelimeler ve duygularla anlattığına bağlı. Ben hipnoterapi, karyoprakti, NLP gibi farklı alanlarda uzmanlık edindim. Kişisel olarak izlediğim yol ise daha çok ellerimi kullanmam. Biliyorsunuz artık beyin aktiviteleri son teknolojji sayesinde ekrana yansıtılabiliyor; hangi bölüm daha çok çalışıyor, nerede hangi eksik var... Ben de içgüdüsel olarak özellikle baş üzerine elimi koyduğumda aldığım enerjiden ve bahsettiğim dinleme sürecinden sonra kişideki depresyon, aksiyete veya takıntı gibi hislerin kaynağını sorgulayabiliyorum. Bu gibi çalışmalarda, gelen kişinin kendini güvende hissetmesi gerekiyor, böylece benliğini korkmadan açabiliyor. Amacım karşımdakine bir rahatlık sağlamak.”

Bu bir yetenek mi, yoksa eğitimle herkesin edinebileceği bir yeti mi?

“Bir zamanlar dövüş sanatlarına çok meraklıydım, Bruce Lee’nin şöyle biz sözünü hatırlıyorum; ‘İstek varsa, yetenek de kendiliğinden gelecektir.’ Evet, herkesin yetenekleri vardır. Söz konusu benim hikayemse eğer; bu işi ben seçmedim, o beni seçti. Üniversitede baseball oynuyordum, alakam yoktu. Babamı lösemiden kaybettiğim dönemde medikal sistemin bazı eksikleri olduğunu fark ettim, sorular sormaya başladım. İlk yaptığım osteopatları incelemek oldu. Sonra karyoprakti okuyan kardeşime danışıp, Dallas College of Oriental Medicine’e yazıldım ve her şey hız kazandı.”

Türkiye’de sık karşılaştığınız durumlar hangileri?

“Bize gelenlerin çoğu kadın ve bunların çoğu da anne. Bu kültürde, anneler çocukları için hayatlarından vazgeçiyorlar. Anne olma idealiyle bütünleşiyorlar, kontrolcü ve korumacı bir his içindeler. Okulu, yediği, yatak örtüsü... Her şey mükemmel olmalı! Bu durum hem çocuklar hem anneler üzerinde büyük baskı yaratıyor. ‘İyi anne nasıl olmalıdır?’ takıntısıyla çok sık karşılaştığımı söyleyebilirim.”

Enerjiyle her hastalığın iyileşeceğine inanıyor musunuz?

“Evet. Plasebo etkisine bakın. Bir örnekte 100 menisküs hastasının yarısını ameliyat etmişler, diğer yarısına sadece ameliyat izi yapmışlar. Her iki grubun da iyileştiğini görmüşler. Farkı yaratan, düşünme şekli ve iyileşmeye olan inanç. Ancak bu durum dirence bağlı. İnsanlar için en büyük acının acısızlık olduğunu duymuştum. Kendi acımıza o kadar alışıyoruz ki, ondan kopmak bile acı verebiliyor. İlginç, değil mi?”

NEM

 

NEM

10.08.2017

ÖZLEM O.COMER

 

Herkese heyecanlı bir merhaba. Bir çoğunuzun bildiği gibi bir süredir oğlumun eğitimi sebebiyle yurt dışındayım. Niagara ailemi, seanslarımı, sizlerle olan uzun kısa birliktelikleri ve tabi ki derslerimi çok özlemekle birlikte biraz kadraj değiştirmek bana çok iyi geldi. Yeni bitki örtüsü, yeni iklim, yeni yüzler, yeni tatlar, farklı uyaranlar, dışarıya ve içimize farklı gözlerle bakabilme kabiliyetimizi geliştirme fırsatı. Ayrıca beynimizin data işleme kapasitesini de bence çok arttırıyor. İşte böyle bir alandan size ara ara seslenmek ve izlenim paylaşmak istiyorum.

 

Bu ara Türkiye’den kiminle konuşsam sıcaktan ve nemden çok şikayetçi. İstanbul’da nem %68’ lerde. Ben yaklaşık 2 aydır her mevsim yaz olan tropik iklim kuşağında bir yerde yaşıyorum. Sıcaklık bu aylarda ortalama 28 - 30 derece civarında. Nem oranı ise %92. Yanlış okumadınız. İlk zamanlar nefes bile alamazken, etrafta bu sıcakta koşuya çıkmış komşulara şaşkınlıkla bakar iken şimdi gün ortası bisiklete binme kıvamına gelebildim. İnsan vücudu zihinle el sıkıştığında her şeye çabucak uyum sağlayıveriyor. Bunun için her an bedenime teşekkür halindeyim.

 

Havada nem fazla olunca hava sıcaklığını olduğundan daha fazla hissediyoruz, terimiz buharlaşamadığından bedenimiz kendini soğutmakta sıkıntı yaşıyor ve daha çok çaba harcıyor. Sonuç olarak daha çok terliyoruz ve sevimsiz bir kısır döngüye giriyoruz. Hal bu olunca vücuttan istemsiz çıkıp gidenleri yerine koymaya çalışmak lazım. Goddess Kitchen öğrencileri benden birçok kez duymuşlardır; vücut dehidre olduğunda (yani içtiğimizden çok daha fazla su kaybettiğinde) bizi suyla birlikte en hızlı toparlayacak şey içerdiği mucizevi doğal elektrolitler sebebiyle hindistan cevizi suyudur.  Artık şükür ki pastörize edilmiş olsa da Türkiye’de de bulmak mümkün. Burada bunun ciddi bir endüstrisi var. Kimsenin elinden düşmüyor.

 

Sıcakta canımız sürekli tazeleyici içecekler istediği için burada şeker veya saçma katkılar içermeyen alternatif içecekler üretme halindeyim.

 

Bunlardan ilki KOMBUCHA.

Niagara’da her zaman buzdolabında tuttuğumuz ve tüketip paylaştığımız, siyah, bazen de yeşil çaydan yapılmış Çinlilerin ölümsüzlük iksiri olarak nitelendiediği mucize bir fermente içecek. Faydaları saymakla bitmez. Bir sonraki yazımda daha detaylı anlatacağım. Türkiye’de sadece Selçuk’ta üretiliyor. Eve sipariş verebiliyorsunuz ama çok isterseniz biraz zor olmakla beraber evde yapabilirsiniz.

Scoby (simbiotik bakteri ve maya kolonisi, ya da halk arasında kombuça mantarı) tarafından fermente edilen çay B vitamini, enzim ve probiotik zengini efervesan bir içeceğe dönüşüyor. Bizim sıcaklarda ailece en çok tercih ettiğimiz ferahlatıcı içecek. Burada meyvelerle tatlandırılmış ve lokal üretilen bir çok çeşidi mevcut. Fakat sade kombuça ile taze meyveleri püre haline getirerek kendi iksirinizi yapabilirsiniz.

 

İkinci Yaz içeceğimiz buzlu COLD BREW kahve

Soğuk demlenen kahvenin özelliği ısı yerine zaman kullanarak hazırlanması. Kahve çekirdekleri minimum 12 saat soğuk suda bırakılıyor. Sonuç sıcak suyla hızlıca demlenen kahveden çok daha az asitli, serinletici ve kafeini çok daha az farklı bir lezzet. Bu yüzden burada çok revaçta. Her yerde türlü marka, çok güzel şişelenmiş, çeşit çeşit aromalı artisan cold brew kahve satılıyor.

 

Yazın son demlerini keyifle geçirmeniz dileğiyle...

Kucak dolusu sevgiler...

MANGO ŞEFTALİ KOMBUCHA

1 adet mango ve 1 adet şeftaliyi hızlı blender ile püre haline getirin. Bardağınızın dörtte birini meyve püresiyle doldurup üzerine soğuk kombuçayınızı ekleyin. Şampanya gibi köpürecek dikkat.. Hem sizi serinletecek hem de bağırsak floranızı dengeleyecek. Oğlum Ömer ara sıra içine 1 kaşık inek sütü ve şeker içermeyen dondurma ekleyip “kombucha float” yapmayı seviyor.

 

COLD BREW SPRITZER

 

Büyük bir su bardağına bolca buz koyup yarısına kadar soğuk demlenmiş kahve doldurun. Üzerine bardak dolana kadar maden suyu ekleyin.

Benim için tadı biraz sert oluyor o yüzden ben içine bir iki damla stevia, vanilya özü ve Hindistan cevizi sütü ekliyorum.

 

KIRIK BEYİNLER

 

KIRIK BEYİNLER

15.02.2018

ÖZLEM OSKAY COMER

 

Tüm dünyada sağlık konusunda bir çılgınlık durumu hakim. Teknoloji geliştikçe tıp da gelişiyor gibi hissetsek de aslında konvansiyonel tıp insanları daha çok yarı yolda bırakır halde. Her santimimiz için ayrı bir uzmanlık dalı, ayrı bir doktor, ayrı bir görüntüleme teknolojisi var. Şükür ki var. Var da neden kronik hastalıklarda da bu kadar ilerleme var dersiniz? Çünkü her uzvum için farklı bir uzmana görünme durumu beraberinde şöyle bir sıkıntı getiriyor.
Bu sistem bir bütün. Her şey birbirine bağlı. Yediğim düşündüğümü, hissettiğim yediğimi, düşündüğüm hissettiğimi etkiliyor. Bu gerçek göz ardı edildiği sürece nasıl iyileşme beklenebilir? Fonksiyonel Tıbbı dünyaya tanıtan öncülerden, Cleveland Clinic'te Fonksiyonel Tıp Merkezi kuran Dr.Mark Hyman'ın Broken Brain Belgeselini şiddetle izlemenizi öneririm. (8 bölüm yaklaşık 10 saat sürüyor) Bu kadar zamanım yok diyenlere ben bir özet çıkardım sizinle paylaşmak için çünkü hepimizin biraz silkelenmeye ve güncellemeye ihtiyacı var.

Şu an çevremizde en çok gördüğümüz hastalıkların kökü aslında hep aynı yere dayanıyor. Yazının ilerleyen bölümlerinde anlayacaksınız. Bağırsaklarımız keşfedilmeyi bekleyen yeni bir dünya. Yıllar önce aldığım benim için dönüm noktası olan eğitimlerden birinde çok sevdiğim David Wolfe bağırsaklarımızın içinin en verimli toprakla aynı ekolojide olduğunu, öyle kalması gerektiğini söylemişti

 

 

Şimdi tıp dünyası yavaş yavaş aynı noktaya gelmeye başladı. Beynimizle bağırsaklarımız arasındaki büyüleyici ilişki keşfedile dursun, kan şekerimizle beyin sağlığımız arasındaki ilişki de gündemde şimdi. Yani beyin fonksiyonlarımızın inişe geçtiği durumların hepsi, ki buna Alzheimer's, demans, depresyon, aksiyete de dahil, TİP 3 Diabet olarak adlandırılıyor. Enflamasyon her rahatsızlığın altından çıkıveriyor. Enflamasyonun en büyük sebepleri kötü beslenme, toksinler, ağır metaller ve sıkı durun İNSÜLİN. Evet insülin iniş çıkışları beynimizin kırılmasındaki en büyük sebeplerden biri.
 
Kan / Beyin Bariyeri diye bir şey duydunuz mu? Beynimizi kanımızda dolaşan toksinlerden ve mikro organizmalardan koruyan süper zeki bir sistemdir. Beyin sıvısının içine neyin girip neyin girmeyeceğine karar veriyor. Böylece beynimiz steril bir sıvının içinde oturuyor ya da eskiden oturuyordu. Ama bağırsak bariyerini aşıp kaçan, kana karışan çeşitli organizmalar artık kan beyin bariyerini de aşıp beynimizi kırıyor. Unutkanlıklarımız, duygu durumu sıkıntılarımız, kronik hastalıklarımız böyle başlıyor. Tiroid rahatsızlıklarının da altında aynı neden var. Belki 20 yıl sonra bizi etkileyecek hastalıkların semptomları bugünden kendini belli ediyor, ne olur kulak verin. Duyun sinyalleri. Bize beynimizin yirmi yaşına kadar gelişip sonra durduğunu öğretiyorlardı eskiden. Yok, öyle değil. Öldüğümüz ana kadar beyin yeni bağlantılar kurmaya devam ediyor. Otizm, sindirim düzenlenince, enflamasyon azalınca farklı spektruma geçebiliyor. Demans veya alzheimer's tamamen geçmese de çok daha yaşam kalitesi azaltmayacak seyre geçiyor. Yani beyin iyileşebiliyor, geri döndürebileceğimiz bir sürü durum var. Yabana atmamak lazım, beyin hastalıklarını kader gibi görmemek lazım.

Bütün bunları dinledikten sonra kitaplıkta Steve'in Beyin kitaplarının içine daldım.
Steve'i tanıyanlar onun insan beynine olan ilgisini bilir. Zaten şu anda Florida'da bir Neurobilim merkezinde hastalarla çalışıyor ve bilgi biriktiriyor. Aşağıda hem belgeselden aldığımız notları hem de harmanlanmış bilgilerimizi baz alarak neler yapabileceğimizi listeledik birlikte. Zaten çoğunuzun çok uzak olmadığına inandığımız tespitler bunlar.
 

Peki kırılmış beyinlerimizi düzeltmek için ne yapacağız? 

  • Beslenme seçimlerimizi akıllı hale getireceğiz. Şeker beynimizin besini diye bilinse de artık bu devirde katil damgası yemiş durumda. Uzak dursak iyi olur. Beyin hücrelerimiz yağdan oluşuyor onları beslemek için kaliteli yağ kaynakları yemeliyiz. Kalorili diye yağdan kaçanlarınız varsa bu konuya biraz özen gösterin derim.

  • Hormonlarınızın dengede çalıştığına emin olun. Kortizol yani stres yönetimi, İnsülin yani kan şekeri dengesi ve Tiroid en önemli üçlü. Seks hormonlarını da unutmamak lazım.

  • Enflamasyonu yani içinizdeki yangını söndürün. Şekerden, kızartmalardan vazgeçin, tolere edemediğiniz gıdaları tespit edin, gizli enfeksiyonunuz olup olmadığını araştırın, kaliteli uyku uyuyun, bütün günü, hayatınızı oturarak geçirmeyin.

  • Sindiriminizi saat gibi çalışır hale getirin. Bakterilerinize iyi bakın ki onlar da işlerini yapsınlar. Bol bol sebze yiyin. Bakteriler sapı olan şeyleri öğütmeye bayılırmış. Şu an Türkiye'de herkesin söylediği gibi bol bol fermente yiyecekler yiyin diyemeyeceğim. O konuda da denge ve bilinçli tüketim lazım. Eğer maya enfeksiyonu veya SIBO gibi bir rahatsızlığınız varsa fermente gıda tüketmemek gerek. Araştırın, bilgi sahibi olun. Her kafadan çıkan ses, sahibi için şifalı olabilir. Siz kendi vücudunuza bakın.

  • Vücudunuzun toksin atma kapasitesini arttırın. Önce sisteminize giren toksinlerin farkına varın. Su, hava kirliliği (Çin'den tüm dünyanın havasına sürekli civa yayılıyor, yani oradaki kirliliğin bizi etkilemediğini sanmayalım) kozmetikler, makyaj malzemeleri, deterjanlar, suni tatlandırıcılar, sigara dumanı, alkol, tarım ilaçları, kalitesiz tencerede pişirdiğimiz yemekler, plastik şişeden içtiğimiz sular, çiftlik balıkları, ucuz, kalitesiz balık yağı destekleri yavaş yavaş, ufak ufak hücrelerimizde nörotoksin ve ağır metal birikimine sebep oluyor. Karaciğerinize iyi bakın ki bunları temizleyip atabilsin. Glutation seviyemiz düşük olduğunda ağır metalleri vücudumuzdan atmamız zorlaşıyor haberimiz olsun. Buraya bir parantez açmadan edemeyeceğim, o da teknoloji kirliliği. Lütfen cep telefonlarımızı yatak odamızdan çıkartalım ve wifi'ın fişini gece çekelim.

  • Hücre içi enerji kaynaklarınızı, mitokondrilerimizi sağlam tutmamız ve onlara süper özen göstermemiz lazım. Lisedeki biyoloji derslerinden kendilerini hatırlarsınız belki. Yaşlanmayla ilgili tüm kontrol mitokondrilerde. Enerjimizi ürettikleri gibi hücrelerin ölüm emrini onlar veriyor. Aynı zamanda bağışıklık hücrelerimizin (T hücreleri ve lenfositler) enerjisini de onlar sağlıyor. Parkinson ve Alzheimer hastalarına baktığımızda onların mitokondrial işlev bozuklukları sağlıklı bir insana oranla 10 kat daha fazla. Yani bugün işlevlerini düzenlersek yarın için kendimize büyük yatırım yapmış oluyoruz. Bu işlevi bozan en büyük faktör bedende dolaşan serbest radikaller, yani yandığı için yapısı bozulmuş yağ molekülleri. Lütfen besinlerinizi akıllıca hazırlayın. Mitokondri işlev bozukluğunu geri çevirmek bazı besin destekleriyle ve ketojenik beslenmeyle mümkün. Ben haftanın 5 günü intermittent fasting ( 16 -18 saat orucu) yapıyorum bana çok iyi geliyor. Odaklanmamı ve enerji seviyemi çok etkiliyor. Her şey herkes için değil, lütfen kendi yönteminizi kendiniz geliştirin. Ayrıca Steve'in yıllardır bize anlattığı gibi eğer beynimizi sağlıklı tutmak istiyorsak lütfen ama lütfen HAREKET. En birincil ilaç bu. Kalp atışınızı yükseltecek, kısa ama kuvvetli antrenman, kuvvet egzersizleri, biraz ağırlık kaldırmak belki. Sevdiğiniz hareket etme şeklini kendiniz bulun.

  • Ve tabiki ZİHİN... Zihnimizi yavaşlatmak... Hayatımızda işleyen şeylere odaklanmak... Nefes alıp vermek, meditasyon ritüelimizi ihmal etmemek,  kendimizi merkezimize geri getirmeyi bilmek, topraklanmak, toksik olmayan ilişkiler kurup onları beslemek, duyularımız beslemek, anda kalmak, bilinçle hareket, bilinçle yemek yemek, bilinçle konuşmak, ağzımızdan çıkanlarla zihnimizden çıkanların farkında olmak. Birlikteliklerimizde, YOUniversity'de, seanslarımızda konuştuğumuz herşey.

Bilenleriniz var ben tekrar okullu oldum. Institute of Functional Medicine, dünya çapında klinisyenlere hastayı holistik yaklaşımla ele almayı öğreten ve gittikçe büyüyen bir non-profit organizasyon. Doktorlara bizzat pozitif psikoloji, meditasyon ve nefes teknikleri, beden ve zihin şifası öğretiyorlar. Tabi hazır buralardayken bunun içinde olmadan edemedim ve tutkuyla bu maceraya atılıverdim.
 
2011 yılında Niagara’yı kurarken ve YOUniversity programını geliştirirken bir vizyonumuz vardı. Sağlık profesyonellerine, hastane çalışanlarına eğitim vermek onları hastaya bütünsel olarak bakma nosyonunu aktarabilmek. Bu eğitimleri yıllar önce gerçekleştirdik, daha çok kitlelere yayılmasını hayal ederek. Arzu ettiğimiz kadar hızlı ilerlemeyen ama sağlam temeller atmamızı sağlayan bu süreç ve bu konuda yaptığımız bütün çalışma Sintia'nın doktora tezi olarak geçtiğimiz ay New York'ta Brennan Healing Science referans kitabında yayınlandı.
Ne mutlu ki bu ortak hayalimiz, global bir hareket olarak tüm dünyada yükselen yeni trend şimdi. Biz Niagara ekibi olarak bu hayali büyütmeye devam etmeye, kişiselleştirilmiş tıp yaklaşımına hizmet etmeye çok kararlıyız.
Geçtiğimiz aylarda Kanada'daki ISM – Immune System Management kuruluşuyla bir işbirliği başlattık. Dr. Aydın Duygu öncülüğünde, onkoloji hastalarını kişiye özel Amino Asit tedavisi ile tanıştırdık. Genetik test, hücre içi analiz gibi teknolojileri sizinle buluşturan ekiplerle çalışmaya devam.
ACMOS metodu geleceğin tıbbı olarak adlandırılan bir metod ve geçtiğimiz ay Hindistan'da yapılan Quantum Healing Konferansının gözdesi oldu. Bilmeyenler varsa bu, benim ve Sintia'nın ilaçların sinerjisini ölçüp bünyenize uyarlamakta, hücre içinde biriken toksini attırmada (ve de sayısız birçok durumda) kullandığımız en etkili yöntemdir. Ekibimizden Etel Varon da Acmos eğitimlerini tamamladı ve bireysel Acmos seansları vermeye başlıyor.
YOUniversity eğitimlerimizi Amerika'da da başlatıyoruz. YOUniversity Corporate Wellness programı ile çok uluslu şirketlere özel eğitimler vermeye Amerika'da devam ediyoruz. Steve de ben de burada farklı konularda biriktirdiğimiz yeni bilgileri size aktarmak için sabırsızlanıyoruz.


Beyinlerinize iyi bakmayı, kırılmış tarafları onarmak için kolları sıvamayı, 20 yıl sonraki bilişsel sağlığınız için bugünden kendinize yatırım yapmayı ihmal etmemeniz dileğiyle.
 
Özlem Oskay Comer

 

ENERJİNİ DÜŞÜRMELERİNE İZİN VERME

Enerjini Düşürmelerine İzin Verme / Sintia Mazon

13.08.2016 – Ayçe Bükülmeyen

 

Sintia Mazon, uzun yıllar bilgisayar sektöründe çalıştıktan sonra fizikçi ve NASA’da görev almış bir bilim insanı Barbara Brennan tarafından kurulan Brennan Healing Science’da geliştirilmiş tamamlayıcı tıp yaklaşımı üzerine eğitim almış.

Şu anda kişinin spritüel, duygusal, düşünsel ve fiziksel yaşam tecrübesini derinleştirmeyi hedefleyen Brennan Şifa Bilimi konusunda eğitimler veren Sintia Mazon, geçtiğimiz hafta Banu Maga’nın sahibi olduğu Alaçatı Bazen Atölye’ye gelerek seminer verdi.

 

Daha önce nasıl bir eğitim aldınız?
- İşletme Mühendisliği okudum. Bilgisayar işi yapıyordum. 3 çocuğum oldu, onlar büyüdükten sonra bir arkadaşımın sedef rahatsızlığı nedeniyle çıkılan bir yolculuk oldu benim için. Onun rahatsızlığı tam geçmedi, ama ben yeni bir meslek kazandım.


Sizin hayata bakışınızda da değişiklikler oldu mu?
- Mesleğim ve eğitimim nedeniyle daha analitik bakıyordum. Her şey benim için daha net olmalı, ayakları yere basmalıydı. Gerçi o özelliklerimi şimdi de kullanıyorum. Biraz daha araştırmacı olmak, kuşkucu yaklaşmak her konuda iyi. Okumayı ve öğrenmeyi sevdiğimden bu konudaki eğitim olanaklarını araştırdım. Barbara Brennan’ın okulu tam da o sırada karşıma çıktı. Onlar da o yıl Avrupa’da okul açmaya karar vermişlerdi. Tamam dedim benim için açıyorlar. Kendimi o okulda buldum.


Nasıl bir eğitim bu?
- Brennan 1982’de kurulmuş bir okul. Önce kitaplarla yola çıkılmış. Hem enerjisel, hem tıbbi, hem de psikolojik anlamda bir eğitime dönüştürüyor. İnsanları bir nevi şifacı olarak yetiştirmeyi amaçlayan 4 yıllık çok başarılı bir eğitim. Üzerine 2 yıl da eğitimci olmak için ayrı bir eğitim aldım. Avusturya Graz’da Interuniversity College adlı okuldan aldığım eğitimle Tamamlayıcı ve Alternatif Tıp Yöntemleri konusunda uzman oldum. Hala da doktoramı orada yapıyorum. Doktoramı ise doktorların bu konuda eğitilmeleri üzerine yapıyorum.

 

İKİ SEMİNERLE UZMAN OLUNMAZ.


Doktorlar ya da bildiğimiz tıp uygulayacıları bu konuya nasıl yaklaşıyor?
- Türkiye’de bu konu hala yeni. 2009’da çok büyük bir hastane grubuna eğitim vermiştim ama hala uygulamaya geçemediler. Yurtdışında bir hastaneye gittiğinizde size hangi yöntemle tedavi istediğiniz soruluyor. Homeopati mi, akupunktur mu, kuantum tedavisi mi istersiniz diyorlar... Ama bizde maalesef çok yeni. Daha geçenlerde bir yönetmelik geçti ama çok eksik yine de. Bizim ülkemizde hastalar mevcut yöntemler işe yaramazsa ancak alternatiflere yöneliyorlar.

 

Peki ama 2 seminerle herkes uzman oluyor. Çok da haksız sayılmazlar...
- Haklısınız, hafta sonu eğitimiyle enerji uzmanı olanlar mı ararsınız, koç olanlar mı... Bu maalesef bizim toplumda bir eksiklik. Her şeyi bildiğimizi sanıyoruz, bilmiyorum demeyi beceremiyoruz. Aslında tam tersi bir şeyi bilmediğinizi kabul ederek, karşınızdakini dinlemek en önemlisi. Zaten insanlar faydalı oluyorsanız başkalarını da getiriyorlar. Ağızdan ağıza yayılıyorsanız gerçekten iyi bir şeyler yapıyorsunuz demektir.

 

HER ŞEY ENERJİ, YÖNETMEYİ BİLMEK GEREKLİ


Hangi alanlarda kullanılıyor bu şifa yöntemleri?
- Her alan diyebiliriz. Fakat kişilere iyi gelen tedaviler ya da süreleri herkese göre değişiyor. İyileşme de bizim bildiğimiz gibi olmuyor her zaman. Kendi yolculuğunda kendisinin daha iyi haline ulaşmasından bahsedebiliriz.


Bu yöntemin merkezinde nasıl bir anlayış yatıyor?
- Brennan’a göre her şey enerjidir. Beden özellikle enerji kümesidir. Duygularınız, düşünceleriniz, yaşadıklarınız, tecrübelerini hepsi bunun içerisindedir. Önemli olan enerjinizi ne yöne çektiğiniz. Bakın, insanlar pat diye hasta olmaz. Aslında uyarılar vardır ama görmezden gelmişsinizdir. İşte biz algıları geliştirmeyi hedefliyoruz. Çünkü aslında o belirtiler hep orada ama siz görmemeye uğraşıyorsunuz. Hatta algıları bloke etmek için daha çok uğraşıyoruz. Odağımızı ve konsantrasyonumuzu yanlış yönlendiriyoruz. Ben yıllardır kas geliştirir gibi o algıları geliştirmeye çalışıyorum.


Sizin eğitim programınızda neler var?- Bir eğitim programımız var. Tamamiyle Kendin Olma Okulu diyoruz. Kendisine, algılarına, hislerine sahip çıksın diye düşünüyoruz. Hiçbir şey yapamayan nefesine sahip çıksa yeter. Günde 15-20 bin nefes alıyoruz, kaç tanesinin farkındayız acaba? Bir durmayı, bir nefes almayı, nasıl algılamayı seçtiğimizi öğrenmeliyiz. Yoksa duygular önde bizse onların arkasında koşarız. Halbuki o duygular hep orada biz yönetmeyi öğrenmeliyiz.


Enerji vampiri ya da olumsuzluk üreten kişilerden sakınmak konusunda ne diyebilirsiniz.


- Bir kere negatif ya da pozitif diye bir şey yok, sadece enerji var. Siz karşınızdaki kişiyi olumsuz olarak tanımladığınız anda algınızı o şekilde yönlendiriyorsunuz. Fakat enerjinizi yüksek tutmak için bir şeyler önerebilirim. Birilerinin enerjimizi düşürmesine izin vermemek gerektiğini, yetkiyi kim olursa olsun kimseye vermemeyi öneriyorum. Sizin güzelliğinize, başarınıza, iyiliğinize niye başkaları karar versin ki? Dizginleri kendi elinize almayı öğrenemezseniz enerjinizi düşüren insanlara mahkum edersiniz kendinizi.

 

 

https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/ayce-dikmen/enerjini-dusurmelerine-izin-verme-40192882

DÖNGÜLER

06.09.2017

DÖNGÜLER                                               

Özlem Oskay Comer

 

Mis kokulu bir Eylül sabahından merhaba.. Ben bilgisayarımın başına oturup size bunları yazdığım sırada İstanbul’da çoktan hayat tekrar başladı, işlerinize geri döndünüz, okullar açıldı. Biliyorum çoğunuz bayram tatili sarhoşusunuz. Umarım bedeninizi, ruhunuzu güneş enerjisiyle doldurduğunuz deniz ve doğa terapisi bol bir tatil geçirmişsinizdir.

Bu yaz benim için gözlemci tarafımı (observer self) en çok aktif tutmayı başarabildiğim zaman dilimi oldu. İstanbul’da doğayla iç içe yaşadığımı sanıyordum. Burada Tabiat Ana çok başka yüzlerini gösterdi bana. Beni adeta aldı silkeledi, yıkadı, temizledi, cilaladı, toprakladı. Bu hızlı yaşayan, hep geleceğe odaklı insanların ülkesinde son derece yavaşlattı beni.

Sintia’nIn en sevdiğim cümlelerinden biridir: ‘Yavaşladıkça hızlanırsın’der. Ben de yavaşladıkça algılarım çok hızlandı. Doğanın döngülerini, yaşamımıza ve bedenimize etkilerini daha hızlı fark eder oldum.

 

Bir Ay tutulması, bir Güneş tutulması, ucundan kıyısından uzaktan Harvey Kasırgası, ve bu hafta bizim buralara uğraması beklenen Irma Kasırgası… Uzaktaki ailemin üzerinden yaşadığım Bodrum Depremi,  Esra ile facetime üzerinden naklen deneyimlediğim türlü İstanbul felaketleri vs.

 

Kriz anlarında özellikle doğal afetlerde nasıl da gerçekten kim olduğumuzu hatırlıyoruz. Din, dil, ırk, coğrafya, ideoloji farkı kayboluveriyor ve çok önemsizleşiyor. Birden bütün ayrışmışlıklarımız, sivri kenarlarımız,  duvarlarımız eriyiveriyor, konu komşuya sarılıvermiş buluyoruz kendimizi. Tabiat Ana bize adeta diyor ki ‘Hey canlar bir dakika! Yine fazla kendi kafanızın içinde kaybolup gittiniz kendinizi çok fazla önemsediniz; haydi biraz merkezinize gelin özünüze dönün, beni fark edip bana bağlanın”

 

Gelenler hatırlayacaktır, bu yılki Bördübet inzivamızı şöyle bir farkındalıkla noktalamıştık: Aslında o kadar da önemli değiliz! Hayatımızda olup biten her şeyi kendimizle ilgili yapmaya, ‘benim yüzümden’ demeye çok meraklıyız. Bir şeyler kontrolümüz dışına çıkmaya başlayınca panikle tekrar kontrol altına almaya uğraşıyoruz, olana teslim olmak yerine…  Teslimiyet olmayınca döngünün parçası olamıyoruz ve kendimizi bütünden ayırıyoruz. Peki direnebiliyor muyuz kasırga rüzgarına? Ya da ayağımızın altından kayan giden toprağa ya da sel sularına? Sizce de doğa bize yaşamın döngülerine teslim olmayı öğretmeye çalışmıyor mu?

Hayatımızda garantiye aldığımızı sandığımız hiçbir şeyin aslında garanti olmadığını ve her an değişebileceğini hatırlatmıyor mu?

 

 

Eylül ayı bizim için çok kıymetli yeni döngülerin başladığı ay. (9 Sintia’nın uğurlu sayısıdır). Niagara’yı 2011 Eylül’ünde açtık. İlk Wellness Kitchen atölyesini aynı zamanda verdim. YOUniversity’nin ilk dersini Eylül 2012’de yaptık. Yine Eylül 2012’de Niagara’nin bahçesinde Steve ile hayatlarımızı birleştirdik.

Ve yine bu Eylül, yeni yaşamımda biriktirdiğim tecrübelerle, yaz boyu katıldığım yeni eğitimlerden, doğa öğretilerinden kendime kattıklarımla çok özlediğim Niagara’ma, seans odama ve mutfağıma, YOUniversity salonumuza heyecanla geri dönüyorum.

 

Niagara yine yeni bir döngünün içinde ve evrimine devam ediyor. Bir sürü yeniliklerle karşılıyoruz sezonu. Öncelikle bu yıl, geçen sezon ilk kez başladığımız YOUniversity ADVANCED Programımızın ikincisine başlıyoruz. Ayrıca geçen yılki grup bu yıl boyunca da Ongoing eğitimlerine devam ediyor olacaklar.

 

YOUniversity Pazartesi grubu 18 Eylül’de başlıyor.

 

Eğitimlerimizin bir bölümünü online platforma taşımaya başlıyoruz. 2018’in ilk aylarında öğrencilerimiz YOUniversity derslerine evlerinden katılabilecekler. Bu  konudaki altyapı çalışmamız sürüyor.

 

Goddess Kitchen Eğitimi yerini içeriği daha da zenginleştirilmiş ve daha kişiye özel uyarlanmış bir versiyon olan YOUnique Kitchen’a bırakıyor. Yeni formatta hem 4 haftalık hem de spesifik temalı günlük wokshoplar var.  Hafta sonları gelmek isteyenleri de bu sezon unutmadık.

 

Yıllardır uyguladığımız en kuvvetli şifa tekniklerimizden olan ACMOS Metodu’nun eğitimlerini vermeye başlıyoruz.

 

Geleceğin tıbbı diye nitelendirdiğimiz 3P Medicine, Kişiselleştirilmiş Tıp konusunda birlikte çalışıp destek aldığımız Dr. Aydın Duygu rehberliğinde Canada’da bulunan Immune System Management Clinic & Lab kuruluşuyla yeni bir ortak programa başlıyoruz. Detayları en kısa zamanda size duyuracağız.

 

Geçen yıl ilkini düzenlediğimiz, konuşmacıları arasında yer aldığımız bu yıl da yine danışmanlarından biri olduğum Wellness Event 25 Ekim günü Four Seasons Bosphorous’ta gerçekleşecek. Not edin lütfen hepinizi bekliyoruz.

 

Yine yıl boyu dünyanın çeşitli yerlerinden misafir ettiğimiz çok değerli terapist ve eğitmen dostlarımızı ağırlıyor olacağız.

Bitirirken…

Bu gece Dolunay… Ben bu gece her dolunay gecesi olduğu gibi yeni döngüleri karşılama ritüelimi yapacağım. Belki siz de benimle beraber kendi olduğunuz yerden Ay Ana’ya bakarken dünyanın farklı köşelerinde farklı zaman dilimlerinde olsak da tek niyette birleşip, bitenleri onurlandırıp bize bıraktıklarını cebimize koyup, yeni döngülere hep birlikte kucak açarız.

Hepinize uzak ama kalplerinize yakın diyarımdan sevgilerimi yolluyorum.

 

Özlem Oskay Comer

 

 

BİTİŞLER BAŞLANGIÇLAR

BİTİŞLER, BAŞLANGIÇLAR

Özlem O.COMER

28.12.2017

 

Herkese uzak diyarlardan tekrar merhaba.

 

Yılın en sevdiğim bana göre en iç açıcı günlerini yaşıyorum... Havada sevgi, samimiyet, umut, nezaket, dostluk, sevinç titreşimlerini en çok hissettiğimiz günler değil mi bu günler? Adeta ortak niyetle toplu meditasyon yapar gibi… Yüzlercemizin, binlercemizin aynı anda birbirimize mutlu sağlıklı yıllar dilediği, birbirimize hediyelerimizi sunduğumuz, verilen hediyeleri mutlulukla açtığımız sihirli bir zaman işte. Ben bayılıyorum :) .

Tropik mevsimde sabah uyandığımda yılbaşı zamanı olduğu tabi ki hiç anlaşılmıyor. Ama dışarı köpeğimle yürüyüşe çıktığım andan itibaren birden hemen o güzel his gelip içime oturuyor. Çünkü yanımdan yürüyerek geçen, bisiklete binen herkes durup bana, köpeğime, birbirlerine mutlu noeller, mutlu bayramlar, mutlu seneler diliyor. Markette torbalarıma yardım eden şahane bir adam beni arabama kadar Dean Martin şarkıları söyleyerek götürdü geçen gün. Yani havada bir neşe kokusu var ki insanın yüzüne bir gülümseme koyuveriyor. Ruha iyi geliyor işte...

 

İngilizce'de bir tabir vardır 'random act of kindness'.. .Yani içten gelen anlık iyilik yapma, nezaket hali. Aslında ruhumuza iyi gelen bu. Market kasasındaki kasiyerin gözlerinin içine bakıp hatır sormak, bize servis yapan garsona mutlu bir yıl dilemek, her gün beraber olduğumuz arkadaşımızın elini tutup bu dostluğun bizim için ne kadar değerli olduğunu ifade etmek… Bana çok ama çok iyi geliyor.. Bazen oğlumla konuştuğumda bana bu ülkede onu en iyi hissettiren şeyin sokaktaki insanların birbirine olan nezaketi ve güler yüzlülüğü olduğunu paylaşıyor. Çocukluğundan beri bana bu konuda hep ilham vermiştir. Evden koşup komşuların paketlerini taşımaya yardım eder, sitemizin görevlisine yemek hazırlayıp götürür, gidip onun için alışveriş yapar, bahçıvana yardım eder, gelen misafirlerin çocuklarına oturup kitaplar okur, eğlendirir. Bazen beni bile şaşırtan bir tarafı vardır. Dikkat ederseniz bunu tüm çocuklarda hissedebilirsiniz. Biz öğretmesek de var, içten geliyor. Sonra zamanla ne oluyor da azalıyor dersiniz?

 

Çok yardımsever, misafirperver bir kültürün çocukları olmamıza rağmen bu basit küçük nazik anları birbirimizden esirgeyebiliyoruz. Birbirimize güzel dileklerde bulunmak için bayram, seyran, yılbaşı beklemesek ne güzel olurdu değil mi?

Yeni yıl aslında bir ritüel... Umutlarımızı, hayallerimizi kutluyoruz. Temiz bir sayfa açarak, yeniden başlama arzumuzu besliyoruz. Paylaşmayı, almayı ve vermeyi doyasıya yaşama fırsatını onurlandırıyoruz. Yemekler yapıp sofralar kuruyoruz. Dans edip şarkılar söylüyoruz.

 

Aynı zamanda sanki yeni kararlar alma zamanı gibi hissiyatımız. Bunu yapmayacağım, ya da mutlaka yeni yılda şunu yapacağım gibi... Yani genelde uğurladığımız yılda, istemediğimiz durumları, kendimizle ilgili haz etmediğimiz yanlarımızı eski tarihe gömüp;  hayallerimizi, olmasını istediklerimizi bir umutla yeni takvimimize beklenti olarak kaydediyoruz. Bir gecede her şeyin değişmesini dileyerek aslında mucize istiyoruz yeni yıldan. Sizce her yeni yıl kararı biraz kısıtlayıcı değil mi? Kararlar almak yerine belki de içten, bilinçli, yargısız bir alandan, her halimizi kapsayan, bizi başarısız hissettirmeyecek bir Niyet koymak nasıl geliyor kulağınıza?

 

Gerçekte kutladığımız, özlediğimiz, dilediğimiz şey DEĞİŞİM... Değişimi kucaklayabilme yeteneğimiz... Dün'e tutunmayı, Dün'ü yargılamayı, her şeye Dün'ün filtresinden bakmayı bıraktığımız anda, yılın her anı mucizeler yaratıyoruz zaten..

 

Bu yılsonu size farklı bir teklifim var. Bir davet...

 

Steve ile evlendiğimiz gün bir anlaşma yaptık. Evlenme yıldönümümüz olan 22 Eylüller ’de oturup bir durum değerlendirmesi yapma sözü verdik birbirimize. Her yıl karşı karşıya oturup kendimize şu soruları soruyoruz:

 

Bu evlilik hala bana hizmet ediyor mu?

Bana hala katkıda bulunuyor mu?

Bana neler kazandırıyor?

Neşe ve keyif veriyor mu?

Bu ilişki hala beni besliyor mu?

Bir yıl daha bu birlikteliğe devam etmek istiyor muyum?

 

Eğer günün birinde cevaplarımız bir önceki yıl gibi olmazsa, o zaman yargı olmadan çok açık ve dürüst bir yerden oturup ne yapmak istediğimize o anda karar vermek üzere anlaşmamız.

Bize çok şey kazandırdı bu ritüel. Kafamızı kuma gömüp, ne olup ne bittiğine yargısızca bakma hakkını kendimize tanımayınca ilişkilerimiz toksikleşebiliyor. Farkında olmadan ilişkiyi değil alışkanlığı yaşar hale gelebiliyoruz. Yıllar sürebiliyor farkına varmak. Sırf değişimden korktuğumuz için kendimizle sıkı bir diyaloga girmek pek işimize gelmiyor.

 

Peki aynı anlaşmayı kendinizle yapmaya var mısınız bu yıl?

Eğer varım diyorsanız ve kendinize olabildiğinizce dürüstlükle yaklaşmaya –sıkı bir diyaloğa-  hazırsanız sorular şöyle:

 

Bu yıl hayatımı nelerle doldurdum?

En çok zamanı nereye harcadım?

Kendime özen gösterdim mi?

Bu bir yılı kimin için yaşadım? Kimin hayatını yaşadım?

Önceliklerim ne oldu?

Enerjimi, zamanımı ve dikkatimi kendi önceliklerime mi harcadım?

Kendimi en çok hangi duygu durumunda buldum?

 

Bu küçük ritüelin sihirli tarafı şu; gelen cevapları asla yargılamayın. İyi hissettirmeyen cevaplar gelirse bunu değiştirmek için zihninizde bir hareket planı yaratmayın. Amaç tüm tabloyu içime sindirmek. Çıkan tabloya kabul verip nerede olduğumu görmek,  kendimi bu tabloya rağmen de kabul etmek. En iyi versiyonumun şu anda bu olduğunu hissetmek. İşte sihir burada. Hemen yeni kararlar almak, değişmek için çaba sarf etmek yerine sadece şu an nerede olduğuma bakmak. Olana kabul verdiğimde değişim o zaman kendiliğinden çabasızca naturel olarak gelecek. Buna güvenin...

 

YENİ YILDA KİM OLACAĞINIZI KURGULAMAK YERİNE, ŞU AN KİM OLDUĞUNUZU KUTLAYIN.

 

Biz bu yıl üç ergen çocuğumuzun üçünün de yanımızda olduğu bir yılbaşı geçireceğiz (Uzun zamandır bu günü bekliyorduk). Onların yakınımızda olabilmelerinin bile çok büyük bir hediye olduğunu, çok derinlerde şükranla hissederek...

Her birinize aynı derinliklerden, aynı şükran duygusuyla kucak dolusu sevgilerimizi yolluyoruz.

Kendinizle doldurduğunuz, her anında var olduğunuz, muhteşem zamanlar geçirmeniz dileğiyle…

 

Özlem O. Comer